29 Aralık 2010 Çarşamba

Sevdam İstanbul, İstanbul Sen


Uzun ve kötü geçen gecenin ardından, sanki rüzgârla günışığı kol kola girip sızmışlardı pencereden içeri, perdenin gölgesi üzerimde geziniyordu.
Perdeyi söküp atınca gölgeler gidecek ve oda gibi, benim içim de, yüreğim de aydınlanacak, gün doğacak gibi geldi. Geceyi hatırlayınca, neden böyle olduğunu kalbimin ne kadar ezildiğini hatırladım. Güneş kapkara oldu birden tıpkı benim rüyalarım ve gecelerim gibi. Kırmızı yaşlar süzüldü yanaklarıma.

Kalktım günahlarıma doğru yürüdüm. Nerde olursam olayım peşimi bırakmayan günahlarıma. Arkamda bıraktığım acılarım, kırgınlıklarım onlar. Kapıyı açtım ve hayat yeniden başladı. Ama bundan önce hep ihtimallere bıraktım hayatımı ve başarısız oldum. Kapıdan çıkarken yine aynı hatayı yapıyordum. Silkelendim, gölgede değil gün ışığındaydım. İçimi ve hayatımı aydınlatmam, o geride kalan günahlarımı rafa kaldırmam gerekiyordu.

Yeni güne yeni hayata doğru adımlarımı sıralamaya başladım. Gün o kadar güzeldi ki; baharın güzelliğinin de insanın sarhoş olmaması mümkün değil. Dalga sesleri, eşsiz bir senfoni gibiydi kulaklarımda. Birlikte dans edebilir miydik acaba? Sohbeti de, kendisi de çok duruydu. Sanki hayat ona hiç elini sürmemiş gibi, acıtmamış gibi. Evet, yeni hayat penceresi bu kadın olabilir miydi bu kadar kederden sonra? Beklediğim kadın geldi, tüm gece onu seyredebilecek ve duyabilecektim ama o an her şey onun büyüsüyle durdu sanki zamanla beraber. “O güzel saatlerin tadını çıkarmalıyım” dedim ve kendimi onun büyüsüne bıraktım. Sonunda bu gece de bitti, yatak odama döndüm, penceremi yine açık bıraktım gecenin ve sabahın sürprizleri için. Bütün gün dolandım sahilde bekledim ama gelmedi daha sonraki günlerde de, anladım ki rüyaymış... Rüyaların sonu yoktu, hayatı koluma takıp yürümem gerekiyordu, Şimdi bundan önce bozduğum düzenimi teker teker ele alıp onarma sırasıydı, kolları sıvayıp başladım. Dalgaların senfonisiyle süslüyorum hayatı ve öyküleri, denizyıldızı takıyorum gün batımlarına...

Geçmişteki acıların beni geleceğe götürmeyeceğini de iyi biliyorum. Yaşamın sillelerine yenilmeden ağırlığı altında ezilmeden büyümeli ve büyütmeliyim hayatı. Hayat ve öyküler bir çocuğun büyümesine bu kadar çok benzemeseydi, belki nefes almanın bile anlamı olmayacaktı, rüya görmenin, hayal kurmanın da. “İnsan neden mutlu olmalı?” diye sordum kendime, arkamda bıraktığım günahlarıma şöyle bir bakarak. İşte o an yeniden uyandım baktım ki, dünya herkes için dönmekteymiş, herkes payına düşeni kaçarsız yaşarmış, isyan etmek boşunaymış meğer. Huzuru elime alıp kapı kapı dolanmaya başladım paylaşmak için, hayallerimi ve öykülerimi de çantama koydum. Dedim ki; “Herkes bir çiçeği anımsatır, ben lale olayım bahar gelsin yüreklere”. Durduğum kapı kendi gönül kapımdı, araladım huzur içeri girdi. Hayatta hiç bir an bana o ahengi vermedi, anladım ki; insan önce kendini sevmeli, yeni sayfaya satır başından başladım yazmaya.”Neden?” diye sordukça da bunun sonu gelmeyecek biliyordum, belki de sormamak en iyisiydi ama hayat insanı sormadan oraya taşıyıveriyordu. Gözümü açtığımda orada buluyordum kendimi ve bu hiç hoşuma gitmiyordu. Yarınından umutlu olmalı insan, ya da umudunu kendisi doğurmalı dağların ardından.

Umutlarla geleceği bir saksıya diksem çiçek verir mi? O çiçek hangi güzel yüreğin gözünü süsler bilinmez. Toprak hayata kaynak olmuş, oradan geldim ellerimle hala ona bağlıyım. Nefret koparttı ama ben yine besledim hayalleri ümitleri, pencere hep açıktı ve gün her sabah gülümsedi bana. Akşamları da günü uğurladım elimde çiçekler dudaklarım da gülümsemeyle. Doğum olduğuna göre, ölüm de var. Hayat güneş gibi doğuyor ve batıyor... Belki o kadında benim gibi güne sevinen pencerelerini ışıklara açanlardandı. Kendi yalnızlıklarımızdan bu şekilde sıyrılmaya çalışıyorduk. Baharın güneşin sevinçlerini yalnızlıklarımızın tam ortasına yerleştirip yüreğimizi aydınlatmaya niyetleniyorduk. Ne kadar muhtaçmışız güneşe meğer? Bu kadar zaman fark edemeyişime kahrolmak için bile geç kalmışım ama işte... Hayatın her anı da deniz gibi zengin, deniz kadar büyük ve içinde birbirinden değerli inciler ve canlılar barındırıyordu. Belki hayat denizinin en küçük balığı bendim ama yüreğim büyüktü.

Her sabah günü karşılayıp akşam uğurlarken ve o aralıkta nefes alıp severken, hayal kurarken büyüttüm o yüreği. Küçük balığa büyük yürek, belki de bu hikâyenin ismi de bu olmalıydı... Acaba yargısız infazlar mı yaşandı o gece sözler anlamaya çalışmadan hançer mi sanıldı kim bilir? Dostlar acı söylermiş önemli olan hep iyi olmak değil bazen eleştirmek hata varsa uyarabilmekmiş. Neyse çoktan geç kalınmışlıkların birini daha yaşıyoruz, kayıplar hep yüreği acıtıyor ama artık kanatamıyor çünkü akacak dem kalmamış gönülde. “Eski dosttan düşman olmaz” sözüne ne kadar inanmak lazım bilmiyorum.

İnsanların hayatın ve birbirinin kıymetini bilmediği, önyargılı davrandığı ve empati kurmadığı bir dünyada yaşıyorum. Ve son kalan gücümle pencerelerde günü yakalamaya ve içeri almaya çalışıyorum. Bu kadar anıdan ve acıdan sonra hala hayata asılmaya çalışıyorum geride kalan yanlışlardan ders ve tat alarak. Cesur insanların işi galiba bunu yapmak, en azından ben de cesurum diyebilirim, kırk yılı geride bıraktıktan sonra. Kazançsız, boş ve yalnız geçen kırk yıl... Pencereyi güne ilk açışımda bu cesaretin öyküsü başlamıştı. Yarı yolda vazgeçmek korkaklık olacaktı ve ben gerçekten korkuyor muydum? Evet, bazen hayata yenik düştüğümde korktum, kaçmaya çalıştım. Ama korkunun ardından gelen korkudan daha çok ürküttü beni. Kararımdan dönmeyecek ve yolda dümdüz yürüyecektim hayatımı mutlu devam ettirmek ve sonlandırmak için. Geride kalan tek kişilik bir oyunu oynamaya başladım artık, ne izleyenim var ne de rol arkadaşım. Sahnede yalnız kalmak korkutmak yerine rahatlatmıştı beni. Belki de hayatın o ince delikli süzgecinin raftan indiği günleri yaşamaya başlamıştım. Meğer oyunları yalnız oynamak ve yolculuklara yalnız çıkmak insanı daha bir büyütüp, ufkunu güneşten daha çok aydınlatıyormuş.

“Hayat, bu kadar geç mi haber verilir bu güzellikten? Kızgınım sana.” Hayat kadar uzun olmasa da yorucu bir yol beni bekliyordu. Kızgınlığımı da bir kenara atsam geriye kalan yolda bana katık olsa, tek başıma yürürüm sonuna kadar. İnsanların nefretinin ve çocukça kaprislerinin hayatı bu kadar yorduğunu bilmiyordum.”Şu ana kadar olan korkularımın, ürkekliğimin nedeni budur belki” diye düşündüm bir an. Bakıyorum da; ihtimalleri, geçmişi, insanları sentezlerken daha çok şey öğreniyormuş insan. En uzun yol hayat okulunun yoluymuş, onu bu kadar çok yormamıza rağmen. Takdir edilme ihtiyacını ne kadar duyarsınız? Ben artık duymuyorum, gördüm ki; insanlar hep kendi yollarında yalnız yürüyorlar. Eskiden biri elimi tutsun diye beklerdim, zamanı çok kaybettim. Şimdi ise biran önce ilerleyip yetişme derdindeyim, hayata geç kalmışlığıma karşı...

Ezilmişlik ve hırpalanmışlık öyle yerleşmiş ki yüreğime, kendime söz verdiğim her şeyde ertesi gün biraz daha kırılıyor yüreğim. Yaraların kapanacağını düşünerek boş hayaller kurma diyorum kendime. En zor olanı da insanların açtığı yaralar. İnsanoğlu değişmezmiş, hiç bir şey daha iyi olmazmış. İsyan etmek geliyor içimden usta. Bazen de buralardan tamamen göçüp gitmek geliyor içimden... Çok yoruldum hayat, barındırdığın insanlar ve sesler çok yordu beni. Hani küçücük mutlulukların yetiyordu yüreklere, bak artık onlar da kalmamış geçen asırda gömmüşler onları hiç acımadan. Anlaşılamamanın acısı onun yerini almış. Yüreklerden, yüreğimden kan damlıyor...

“Geçmiş ve gelecek ne doğrultuda olmalı yoksa sadece iki perdeden oluşan bir oyunun kahramanları mıyız?” bilmiyorum. Replikleri insanı acıtan, gülümsemeleri bile gözyaşlarından oluşan bir oyun. İsyankâr kalbime takılan prangalardan daha çok acıtan... Acıları sevmek değildi bu. Belki alışmak, belki de kaçamamaktı. Hep içimde, uzun yola girdiğimde biraz olsun bunlardan sıyrılacağıma inandıran bir şeyler hissettim. Yolda atılan her adımda biraz daha hafifliyorum, bunu biliyorum.”Beklediğim bana gelmiyorsa ben ona gideceğim” dediğim günleri düşünüyorum. Şimdi yollarımız ne kadar da ayrı düşmüştü. Kader dayanılmaz egemenliğini bizim üstümüze de kurmuştu, ne yazık...

Yine kendimi kandırıyorum oyunlarla, sonu gelmez hayaller sardı her yeri. Gerçeklik uzaklaştığında korkar olduğum o sabahtan beri, gün ışığında daha iyi yaşar oldum. Her yer ve her şey aydınlık olunca inanıyordu yüreğim. Yarasa zamanlar bitmişti artık, güneşe dek kara kadehlerin içinden gelenleri beklediğim geceler... Yürürken kapıları fark etmeden açmışım meğer ama görmedim hiç birini. Gönül istediğini görür derler, bu da gerçekmiş meğer. Dostluklar, hayat, her şey rol ve yalandan ibaretse, ben nerde duruyordum şimdi? Hayal ve gerçeğin bu kadar iç içe olduğu anlarda güneşin doğuşuyla batışının da iç içe olduğunu sanıyordum, çocukluğumdan beri. Korktuğumda hep babamın elini tutardım, şimdi ona olan muhtaçlığımı ve özlemimi daha çok fark ediyorum. Tutacak bir el gerekmiş insana ölüme kadar, ağladığında gözyaşlarını dinleyip anlayacak.”Yolcular, yolda etrafınıza bakın çıkarın gözlükleri” diye bağıran bir ses var kulaklarımda. Şimdi bunu yapmak zamanı... Çocukken büyüsem büyüsem diyordum, babam gibi bir erkek olacağımı hayal ediyordum. Yıllar geçti, şimdi bakıyorum da; zaman yolunda ilerlerken pek çok şeyi atlamışım, önemsememişim. Aşk, sevgi ve aile.

Geriye dönüp de bakınca pek gururla anamıyorum maziyi. Gelecekten umutluyum ama ya ben değişmezsem yine katı ve duyarsız olursam? Hayatın sol yanına mahkûm olmak istemiyorum artık. Kaçırdıklarım ve kovaladıklarımdan özür dileme şansını ölmeden yakalamak istiyorum.”Duyuyor musun sol yan? Benden uzak dur artık...” Özlemleri, insan ömrü boyunca saklarmış yüreğinde. Çocuk düşüncelerimle özlem bedenimizin bir yerine konmuş sanırdım. Bilmezdim, bu yanılgı daha büyük hatalara yol tutarmış. Yürek denen şeyin insanı daha çok acıtacağını ve an gelip mutlu edeceğini öğrenene kadar...

Kandırmacaların içinde yaşanan bu özlem, yüreğimi, onurumu ezip gitti biterken. Kimse demesin bana özlemler kıymetli, sevenler vefakâr ve yürekli diye. Artık isyanların ve bencilliklerin dünyası olmuş, hayatlarımız üç kuruşa kiraya verilmiş bizler uyurken... Tabelalar hep başka yolları gösterirken ben hep sana doğru gitmekte inat ettim. İhanetlerin ve yalanların, onursuzlukların duvarlarını ördüğü hayatında kayboldum belki. Şimdi beni nelere değiştiğini gördükçe lanetleri bile yağdıramıyorum sana. Küçük bir çocuğun sevgisiydi benimki belki ama sen bencilliklerinle kirlettin ve yozlaşan çocukluğumu bu gün seninle birlikte toprağa gömdüm...

Acılar insanı olgunlaştırmıyor mu yoksa? Küçücük bedenlerdeki o yaşlı bakışlar hatırıma geliyor bunları düşününce. Çiçekler onların bahçesinde açsın diye uğraşıyorum kendimi unutup. Küçük dudaklardaki gülümsemeyle suluyorum onları. Aşk, kısa mutlulukları anlatır oldu artık. Ölümüne sevmek sadece eski aşk efsanelerinde kalmış, günümüze yetişene kadar ya da ellenmemiş göz değmemiş yüreklerin berraklığında. Zamanımızda, surata inen bir tokattan daha çok acıtır olmuş, yürekleri kanatan ve harcatan. İnsan onuruna kokuşmuşluğu konduran. Yolculukların bu kadar uzun olacağını bilsem aşkımı kondurur muydum o kuşun kanadına? Bir daha kondur demek ne de kolay... Yaralara çare olacak bir ilaç aradım belki bu evde ve yürekte. Beni yıllarca içimden sömürdüğünü görmedi gözlerim. En sevdiklerimin yüreklerinden uzak kalmışlığımı sevgiye ve merhamete susamışlığımı duyurmaya çalıştım. Sen değilmişsin ilacım bunca yolu hiçliğe adımlamışım körleşmiş gönlümle, uyandığımda her şey çoktan tükenmişti...

Dalga sesleriyle doldurdum kulaklarımı, martıların çığlık çığlığa sesleri yine yalnızlık senfonisini çalıyordu sanki. Geçmiş ve geleceğe seslenen bir şarkı gibi, uzaklardan bana bakan bir çift gözü gizleyen...

Sensizlik, yokluk zor hepsi, ama alışılması gerek diyor hayat bana. Tıkanmış, takılıp kalmış bir kör çivi hayatımın tam ortasına. Çıkarsam yeri kanıyor, çıkarmasam ölüm sarıyor her yanı. Akan kan durur dediler ve çektim çıkardım... Sensizim bu yolda ve hayatta... Yalnızlığın ne olduğunu biri anlatsın bana. Kimsesiz kalmak mı yoksa kimseler içinde kimsesiz kalmak mı? Tükendiğini bile bile kendini çiçek bahçesi yerine dipsiz kuyulara atmak mı? Gideceğim yerde birilerinin beni beklemediğini biliyorum. Bazen beklenilmesini de istemiyor insan kendine ait bir yaşam, sessizliğin hükmünü tercih ediyor. Gürültünün ortasında düşünemiyorum, yalnızlığa özlemim bu yüzden. Korkmuyorum... Gidenlere sadece uğurlar ola mı demek gerek yoksa geride kalan hatırları eline vermek mi? Getirdiklerini ve götürsün diye... Hayat bu güne kadar hep ofsayt geldi tabiri caizse, belki bundan sonra hep gol olur benim için de. Umut taşımak ve büyütmek lazım çiçek gibi sonra da toprağa kök salmak... Hayat, ben, her şey devrimler geçirmekte. Her fırtınada bir başka hayat devrilip sonrasında yeni bir düzen kuruluyor. Yorgunluk belki bundandır, belki de devrilmişliğimden...

Her şey paylaştıkça azalır ya da çoğalır diyenlerden misiniz? Yoksa bu sofradan karnını doyurup senden geride bir şey bırakmadan çekip gidecek olanlardan mı? Ancak kendini kandırırsın bak geride kocaman bir anı kaldı... Sevmek sanatmış meğer onu ölümsüz yapan sevilen değil sevenin yüreğiyle gözleriymiş. Sonsuza dek sürecek, ebediyetten bu güne uzanan bir aşk gösterin bana. Bu kadar tükenmişliklerin içinde küçücük bir delikten mağarayı aydınlatacak kadar parlak olsun ışıkları. Güneşten bahsetmiyorum ve gecenin zifiri karanlığında bir mehtaba ya da parlak bir yıldıza kanacağım da demiyorum. Işığımı, yüreğimi, sanatımı istiyorum. Her gidişin ardından beni biraz daha eskiten, azaltan yürek sızısından bahsediyorum sizlere.

Bir gün… Elbet bir gün bu da geçecek diyen seslere inandın mı sen de? Sakın inanma, geçer diyen kendisi ne kadar dayanabildi acaba bu sızıya? Yalnızlıktan dem vurup ta kanıma karışmak isteyenlere inat sanatçıyım ben. Aldım elime kalemimi, fırçamı, kemanımı… Benim zamanlarım başlıyor şimdi. Bitenlere değil, doğup ta büyüyenlere doğru kaldırdım ellerimi... Yeniden doğuşların resmini yapıyorum seni çizerken... Gök mavi olmuş her yer, sen ise gül rengi. Kan gibi, ruhuma beden gibisin. Kırılır mısın sana dokunsam? Saçlarından örtü yapsam gözlerime... Yağmur kokusunu içime çeker gibi, seni de bir nefeste içime çekip hapsetsem göğsüme... Ayna ya bakar gibi olmak lazım göz göze gelindiğinde...

Kendini bulmak gerek sevilen de,
Yoksa boş bu sevdalar, sevginin şah eserleri.
Sevdaları yalnız yaşamak kadar asil olmalı her şey...
Ve bir mavzer patladı karanlığın içinde.

Bir güvercindi vurulan, isteği sadece uçmak olan. Anlar ve anlamlar çıkartamıyorsan, gidişlerimden o zaman susma. Ama anlıyorsan beni anlamlandırabiliyorsan geceye inat gülüşümü o zaman sus. Ben ve ses ikimiz en uyumsuz çiftiz şimdi senle sessizliği istiyorum. Koş polisler geliyor koş... Dedim sana ben boyama o duvarı diye, sen mi kurutacaktın bu şehri... Hayatın zalimliği bir tarafa bütün bu sevgiler ölmeden nasıl yaşar? Senin teninin kokusunda mı sürecek ömrüm yoksa bırakıp terk edilmiş, pejmürde hallerde mi bırakacaksın beni? Sensizliğin ne demek olduğunu bilmiyorum, acıysa tadı yaşamak yerine tercih edebileceğim başka bir şey göster bana. Yoksa tek bir yol var o da...

Bazen de aldığın o nefes bütün bedenine dar gelir bir an önce çıkıp gitmek istersin ondan. Kederlerin içinde boğulurken öldüğüm gibi aynı. Hani sevdanın ışıkları? Yanmaz mı bu şehirde hiç ışıklar hep geceyi mi yaşarsın sen gönül? Çok mu önemli eve eli dolu gelmek? Yürek boşlukları dolar mı sizce filelerdekilerle? Acıların ülkesinde yaşamak için doğmadım ben. Hakkıyla sevilmek, sevmek için varım bu dünyada. Sevdalardan güneşler doğsun gönlüme, evime. Aydınlığından gözlerim öyle kamaşsın ki senden başka hiç bir şeyi görmesin gözlerim... Göğün ve denizin maviliklerini getir bana hadi! Bir yıldızdın sanki kör karanlık gecede bana yol gösteren.Elimden tutup yolları aydınlattın önüm sıra.Gideceğini, gitmek zorunda kalacağını neden sakladın benden.Kanadı yüreğim, gözlerim.Özlemimin içinde boğuldum sensizlikte.Yarım kaldım sanki.Al beni de götür demek geldi içimden göklerin derinliklerine.Düşmekten korkmadım ama seni yitirmekten korktum bunca zaman...

Sevdanın rengini tadını tanımazmışım ben senden önce meğer. Çırılçıplak kaldım sanki gidişinle. Koruyan, saklayan, saran bir örtüymüşsün üstümde. İçimde güneş, gözümde fermişsin. Gidince anladım, bencillik yapmaktan kaçarken sensiz, kimsesiz kaldım...
Kokunla, gözlerin kaldı bana. Hep yumuşacık, seven gözlerin kaldı. Anıların kaldı, hiç solmayacak sayfalarda sakladığım. Yüreğin kaldı, kırılmaz fanuslara koyup seyretmeye doyamadığım. Benden sana da küçücük ben kaldım. Gidişinle yarım kalan, kara dehlizlerde kaybolan ben... Aşk hayallerin sahibi, aşk kanun telindeki notalar... Aşk yalan olmuş, hemen uğrayıp kaçar olmuş. Kimin gücü yeter onu kovalamaya? Varsın gelmesin gönül haneme, varsın ölmesin benimle. Yalnız gitmelere de varım ben, yeter ki uzaktan da olsa seyretsin beni...
Kırık hayatlardan çıkıp geldik buraya. Açıldık, paylaştık, çoğaldık bazen de azaldık. Dünya üstünde ne varsa yaşadık. Akıttık sevgileri, acıları, anıları. Bazen kana kana içtik sevgi selini. Sevgiye, sevilene doymadık. Yeniden dedik, hep yeniden... Zambağın üstüne konan kelebektin belki, belki de sen hep ordaydın da ben göremedim kendi karanlığımın içinde. Karanlıklar güneşi boğar mı dersin? Boğmaz belki ama saklar bir an için. Gözlerimi açsam seni görsem, gözlerinde de kendimi...

Yazacağım, benle başlayan senle bitmeyen hikâyeyi ya da senle başlayan ama benle bitmeyen hikâyeyi. Sol gözümdeki çapağın neden kurumadığını. Ve paranoyam sayesinde nasıl bir şizofrene benzediğimi... Sesler duyuyorsun işin kötüsü ne oluyor biliyor musun? Bunları gerçek sanıyorsun. Korkutucu oluyor, ama korkmuyorsun. Sayıklayamadan sanrılarımı bilebilir miydim/ din? Gökyüzü aynı gökyüzü, belki aynı koordinatlarda değil ama aynı gökyüzü. Ve burada da gece parlak cisimler hareket ediyor...

Dedim ya yazacağım, ama hiç bir kelimem hazır değil buna... Hep hazır olmayı bekledik, başarısızlığımızı saklamak için. Kelimeler yetmiyor dedik hissedemediklerimizi rol yapıp ta söylemeye çalışırken. Yüreklerimizi raflara kaldırıp koyduk, gözlerimizi ele vermesin diye. Tek yalan olmayan gözler ama biz onun da çaresini bulduk, sakladık, kaçırdık bakışlardan... Zamanlar tükenmiş gibi geldi bir an, ufuk karanlık, hep gece oldu hayat.
Güneşimi, seni özledim diye yazdım haykırdım karanlıklara. Sesim uzaklardan bir yerlere çarpıp bana geri dönüyordu. Kimsesizlikten korkuyordum ilk defa. Deli gibi seni arıyordum her kapının ardında, ufuklarda. Nerdesin sevilen?

Dağların ardı da olsa bendesin, okyanusun dibinde de olsan yine sevgimdesin. Kaçan da olsan, kovalayan da olsan yine sevilensin. Ben senin aciz sevdalın, elim kolum bağlı, ayaklarımda prangalar ölüme dek peşinde pervaneyim... Yüreğin yeter bana sevgili, ne mal isterim ne pul, ne ev isterim ne bark. Bana her şeyden önce sen, her şeyden sonra da sen gereksin. Senin aşkın, senin varlığın gerek. Yoluna başımı koyacağım, adaklar adayacağım sevdan gerek... Yumuşak inişler dilerim hepimize, yumuşak yumuşak. Nedir der gibi bakıyorsun yumuşak iniş? Anlatayım dinle, sen beni pek dinlemezsin ya... Ayrılık cümleleri vardır bilir misin? '' sen aslında çok daha iyisini hak ediyorsun'' , '' ben seni hak etmiyorum'' , '' inan senin kadar üzgünüm'' , '' sen çok tatlı bir şeydin benim için ama olmadı'' , '' bensiz daha mutlu olacaksın'' , '' bana biraz zaman ver ''

Ben o kadar çok yaşadım ki bu cümleleri, bazen ben kurdum, bazen bana kurdular. Şimdi sana da bir cümle kurmalı. Ama seninki biraz klâs olmalı. Değil mi ki sen onca süsü çöpe attın. Sana daha güzel bir cümle kurmalı. Yalnızlığımla mutlu olmayı öğrendim. Dalga seslerini kimseyle paylaşmadığım anlarda onların tadına vardım. Notalarından ne şarkılar doğuyormuş meğer. Seninleyken seni dinlemekten kulak bile vermemişim etrafıma...

Bunca güzelliği benden sakladığın için kızgınım sana, ama yokluğuna da minnettarım dünyanın tüm seslerini bana bıraktığı için. Senden kalan anılar yerine saklıyorum bu senfonileri. Evimde, yüreğimde, kulaklarımda hatta dudaklarım da bile bu şarkılar söyleniyor artık.

Sende ne gizli güzellikler varmış eyy yalnızlık...

Sana geç gelişime kızmadın değil mi? Mekânların pek önemi yok yokluğunda. Her yer bana kaldı şimdi. Silinmişlikleri ve ihanetleri yaşadım ben o mekânlarda. Aşkın bana gösterdiği yüzü buydu, sense arka yüzündeydin. Bana değil de, kimlere gülümsedin inci gülüşünle?
Hırslanmak mı gerek, kızmak, kırılmak mı? Yoksa seni de hiç çıkamayacağın hiçliğin içine bırakmak mı?

Ağrı gibisin yüreğim de, andıkça sıkıyorsun beni. Durma kalbim, ona inat at hadi. O varken de benimdin, o gitti yine benimsin. Tıpkı yalnızlığım gibisin, ağrılar içinde...
Çaresi olsa çoktan gelirdi, dindirirdi acıları. Yalnızlığımda deva biliyorum sadece bana vermek için hazır olmasını bekliyorum sabırla.

Yoksa değmezdi bu kadar çileye, kavuşmak için.Kolay vazgeçmeyeceğim ondan.. Ben hiçlikten gelmedim, hiçlikte de yaşamadım. Beni anlamayanlar hiçliklere daldılar hep. Uzattığım eli tutmayı bilmeyenler... Kıymetime kıymetle karşılık vermeyenler. Acı anılar olmak onların seçimi, ama ben saldım onlardan kalan acı anıları da hiçliklere. Kapım sımsıkı kapalı, olur da geri dönmesinler diye... Ne yazsak boş ne yazsak manasız. Satranç güzel oyun ama senin satranç bildiğini bilmiyordum. Tavlada zar olmak yerine neden satranç tahtasında şah olmadım bu güne kadar? Senin peşinden yersiz koşuşturmalarıma buluyorum suçu. Yekle düşeşle yetinecek adam değilim ben. Hayat ne iki zarda ne de zarların dediğini yapan pullarda.

Satranç tahtasında şah olamasam bile kale olurum bakarsın. Sana ve zarlarına inat... Hayatta güçsüz ve aciz olursan piyonlar gibi öne sen itilirsin. Kullanılan olmazsın ve şunu da bilmek gerek ezme ama kendini de ezdirme. Eğer hayatı biri senden çekip almaya kalkışırsa da kale gibi ol yıkılma savun... İnsanoğlu denen varlıktır hep yanlışları doğru bilen. Olgunluk denizinde ne kadar yol almış umursamaz toyluk zamanlarında. Hep doğrudur, hep asi. Yalnız hayat var ya, şu zalim ve köhne hayat. Getirdikleriyle gözün kamaşırken, senden gidenlerin farkına varıp acıları bile hakkıyla yaşayamaz insan. Kendini bilmek, denizde usul usul yol almak lazım yoksa efendi olduğunu sanırken, hem kul hem de yem olursun… Okyanus oldum yalnızlığımda, sen barındırdığım küçük bir istiridyesin. Ne borcun var bana, ne de alacağın. Senle ne zaman ödeştik bilmem, belki de hiç. Özgür bıraktım seni, neden gitmiyorsun? Gururunu kırıp, eğilip'' Senden başka yerde yaşayamam ben...''diyemiyorsun. Kaybettiklerin hep bu yüzden değil mi?

Bense hala içimde saklıyorum seni. Anıların dalgalarla dört bir âleme dağıldı. Sanma ki küçüleceksin, büyüdükçe büyüyüp her yerde sen olduğun gün, işte o gün belki de yüreğinden bir damla yaş süzülecek. Kim bilir? Belki de süzülüp te akan o damla, kim bilir? Kendimi medeniyet denen tek dişi kalmış canavara karşı savaşan şövalye gibi hissediyorum. Sakal bıyık, bolca kaş, ütüsüz kırış kırış bir surat. Kahve ve sigara karışımından oluşmuş sarımtırak dişler. Acaba kokuyor muyum? Ama her sabah duş alıyorum, ter içinde uyandığım sabahlar için... Terlemek, yalnız terleyince kötü oluyormuş ve ter o zaman sadece ter oluyormuş. Bu gün medeniyet denen tek dişi kalmış canavarı sevdim biraz. Uygarlık, medeniyet... Ne kadar alabildin nasibine düşenden yoksa sende mahrum musun sevilen... Ah bu hayat, ah bu insanlar! Dünyaya alet olmak zor zanaat anlaşılan… Mutlu olduğum günlerden biri bu gün. Sevdanın güzel yüzünü döndüğünü gördüm bir mazluma. Aşklarla hep savaşan, her birinde kanından oluk oluk akıtan bir şovalye. Eski zamanlardan beri bekleyen, beklenilen bir asalet var sanki onların yolunda.

Arınmış ve arıtılmış bir yaşam, gönül onların ki. Masal dinler gibi oldum onları izlerken. Aşklarındaki ahengin müziğe böyle bir tat verebileceğini bilmezdim doğrusu. Resimlere renk katacağını, sonra bir heykelin en güzel oyuntusu olacağını bilmezdim.

Sevdanın büyüklüğünü bir ben bilirim sanıyordum ama biliyorum ki yalnız değilim artık. Nice gönüller varmış katıksız yaşayan, yaşatan sevdaları... Aynaların ardında ne var? Sen mi, ben mi? Yoksa saklı şehirlerin kapılarımı onlar? Sevdaların solmadığı, bulutların kararmadığı, yüreklerin ağlamadığı... Saklı şehir, her bir sevda aslında saklı bir şehir değil mi yol arkadaşım?

Aynaların ardında bir şey aramak mı doğru olan, yoksa içimizdeki ve elimizdeki saklı şehri bulmak mı? Hayal olan neden bu kadar çeker insanı bilinmez. Aslında bilinir, çünkü bizim olmayanı isteriz. Kazanmadığımızı, savaşmadığımızı...
Rüzgâr etrafımda dört dönüyor, alevler o estikçe daha da büyüyor. Göremiyorum ufukları artık, salınarak yürümek şöyle dursun... Duman olmuş geceden açtığım bütün yollar. Neden kapattınız kapıları?

Rüzgâr şimdi bu dumanı almak için eseceksin son bir kez etrafımda. Temizle ufkumu hadi durma...

Aynanın ardındaki de bizim değil işte, sadece hayal... Rüzgâr sırtımdan esip kuvvet vermiyor bu gün, anılara takılıyorum. Yüzüme doğru her esişinde bir başkası dolanıyor sanki ayaklarıma... Savrula savrula, yönleri karıştırdım. Yollar çıkmaz sokak, sokaklar hep dar ve taş. Arnavut kaldırımına duvar kalmış sadece. Nasıl aşmalı bu duvarları? Hayatın merdiveni kırılmış meğer en kestirme yol ise ölümün köşesinde… Gülüm yaprakların yerlere savrulmuş Arnavut kaldırımlarında. Rüzgâr bu kadar mı zalim davrandı sana? Çığlıkların neden sesiz? Ne arsız rüzgârsın sen? Gülümün yapraklarını, yıllarımı, az kalsın beni de savuracaktın... Gücün bize yetti değil mi fırtınayı görünce uyanık rüzgâr? Sen de korkaksın hem de benden beter... Aşk ölmedi mi geçen gün? Cenaze töreni vardı ilk defa Arnavut kaldırımında. Yüreğim yandı, sızladı. Ağladığım kimseler görmeden hani, belki sen görmüşsündür beni akasyanın dibinde çökmüştüm dizlerime... Denizlerden geldim ben, atlantis denen kayıp şehirden. Sevdamı buralara taşımış bir denizyıldızı gizlice. Duramazdım onsuz karanlık sularda. Gecemin ışığı, gündüzümün güneş parıltıları yitip gitti o gidince.

Denizyıldızları bu kadar acıtır mıydı? Sancılar içinde bıraktın beni sevdam. Yokluğun kıyametmiş meğer bilmezdim... Gecenin içindeki sesler susmadığı için, bende ki sesler kelime olamadı. Bu gece yapılması gereken, çok bilindik söylemle, avaz avaz susmak. Komik geliyordu ya bana bu halada komik... Avaz avaz susuyorum. İçerde güzel bir kaos, fırtına, içinde dönüp duran başı boş kelimeler. Yazık cümle olmaya cesaretleri yok. Belki güneş güneş doğar, gözlerimi kapatırım. Sanki denizden de derin burası, anlamlar karmakaşırık, yoğun. Benim benliğimde böyle işte. Deliliğe ramak kaldı sevdasızlıktan. Kapıda hazırda prangalarla, beyaz deli gömleği... “Herkes sussun, yeter! Ben sustum. Sizde susun. Çıkardığınız gürültüden ne kuş kaldı ne kelebek.” diye bağırdı çoban. Kavalından çalmaya başladığı melodiye değil koyunlar, kurtlar bile usulca başlarını öne eğerek uydular. O gün hiçbir kurt hiçbir kuzuya saldırmadı. Çünkü o gün çoban sadece bir kerelik çalınabilecek bir aşk, bir düş melodisi çalıyordu. Şimdi susun ve müziği dinleyin... Yoksa kurtlar şehre inecek. Sessizliklerin derinlerinde hep fısıltılar vardır der gönül. Sadece senin duyduğun sesler, sadece senin gördüğü yerler.

Yabancı gibi izlediğin oysa senaryosunun her harfinde senin emeğin ve duygularının olduğu oyunlar perdelenmekte bu ülkelerde. Birileri hayatımı sahiplendiği gibi benim olanları da sahiplenmekte. İsyan edişimin çığlıklarını bastırarak hem de. Sel oldum aktım sokaklarda dağılırsam çalamazlar belki diye. Özümü kaybettim sandım, yüreğim zalim bir avuç içinde sıkışıyordu dönüp te baktığımda. Islak Arnavut kaldırımlarında köşe başlarında ben, hem geçmişimi hem de geleceğimde ki seni özlüyorum sevdalar ülkesinde...

Kapı üstlerine sarılan sarmaşık güllerinde bir gonca oldum
Sevda koktum tüm söylediğim şarkılarda.
Duvarlara çarpıp sana ulaştı tüm heceler,
Sevgilim ufukları süslediğin yeter…

Adam ve gece, adam efkârlı, adam düşünceli. Önünde bir boş kola kutusu, bir tekme atıyor teneke yuvarlanıp gidiyor gecenin içinde. Adam kutunun peşinden bakarken telefonu çalıyor arayan o, onun o su, mutlu oluyor. Tekme attığı kutu yuvarlanıp köprüden aşağı düşüyor, o sırada geçmekte olan arabanın önüne düşüyor. Şoför arabanın direksiyon hâkimiyetini kaybediyor ve yol kenarında duran bir çifte çarpıyor. Ama adamın bunların hiç birinden haberi yok kendisi mutlu. Sevgilisi o su onu çağırıyor o bir tek bunu düşünüyor. Adam bir ıslık öttürüyor ve taksi! Atlıyor taksiye giderken bir kutuda çikolata alıyor. Sevgilisi boynuna atılıyor kapıyı açar açmaz... Adam hayatının en mutlu günlerinden birini yaşıyor. Arabada ki adam çıkıyor dışarı, çarptığı yayaların yanına gidiyor. Ve o çift yıllardır birbirlerini bekleyen o çift. Ama adam bilmiyor o teneke kutuya vurduğunda ne olduğunu, bilse vurmazdı değil mi? Kutulardan çıkacak olanın ne olduğunu tahmin edebilsem hayat sürpriz olmazdı. Şimdi kutudan ne çıkacak diye düşünmek gibi bir yükün altına girmeye ne denir onu da bilmiyorum. Tek bildiğim sevdaların birer hediye paketi olduğu, içinden ya balo kraliçeleri çıkıyor ya da suratınıza hızla inecek bir yumruk...

Halimize ağlamak mı gerek gülmek mi? Ya da boş olduğunu bilsek te hayal sevdaların peşinden uçurumlardan atlamak mı?
Ağlayanım olamasa da olur be dostların en güzeli... Bana senin gibi dost lazım önce... Hayat zalim, ben zalim, sevilen zalim, kutudan da çıktı yumruk. Ağlanacak halimize güldük sokakta, köşe başlarında sinsice bekledik kaderi. Bacağına hedef aldım hep sapanımla ama hep daldaki kuşa doğru gitti taşlar. Bereket ki kuşu da ıskaladım. Vay benim beceriksizliğime... Ve gene başka bir yerde başka bir film oynuyor. Fakat yönetmen kendini tarantino sanırken aslında altıoklar olduğunu fark ediyor. Bu yüzden çıkıyoruz biz filmden, yürüyoruz yol boyu. Yolda yürürken şarap ile bira arası kararsız kalıyoruz neyse şarapta karar veriyoruz. Şarabımız var ve o saatte bizi ve şarabımızı ayıplayacak kimse yok. Hoş olsa da köşeyi dönünce evin kapısındayız. Ve sen sokağı anlatıyorsun bana camdan dışarı bakıp, bir kız var diyorsun tam direğin altında, sanırım ağlıyor. Camın kırılan sesiyle irkiliyoruz kız camı kırıp kaçıyor, niye bizim cama taş attı ki şimdi? Ama iyi oldu bak artık esiyor biraz, hadi içip sızalım. Daha uyuyacağız...

Gel bu şarabı direk altında ya da az ilerdeki köprüde içelim. Sokağın başka hikâyeleri canlansın yakamozlarla kanalın yüzeyinde. Işıltılara aldanan balıklar hikâyenin kahramanları olsunlar. Ben hikâyeci sen de gecenin tek dinleyicisi. Biri bittikçe biri başlar öykülerin. Bu Arnavut kaldırımlar neleri izledi ve sakladı bilemezsin. İşte bu tozlu sandıkları açıp, hikâyeleri anlatmak yaşamak lazım gecenin rengine. Hikayeler şarap rengi olmuş, yürekteki izleri de kan. Şarap ve kan, kan ve gül hepsi karışmış birbirine sevdanın rengi olmuş. Kanamış akmış kaldırımlarda ayakaltında kalmış kimi zaman, kimi saman da kuytuya saklanıp ağlamış haline. Gözyaşlarını saçlarıyla saklayarak ama kimseler görmesin çalmasın diye… “Peki” dedi hınzırca peki dışarıda içelim şarabı, uzaktı deniz, yürümeye de üşendik. Çimenlere bağdaş kurduk oturduk. Şarap açıldı, şarabı yukarı kaldırdığında şerefe ay diyordu, senin şerefine içiyoruz. Tam o anda şişenin ucunda bir patlama... Elektrik direğinin trafosu patlamıştı, sonra bir de baktık direk yıkılıyor. Araba çarpmış direğe, bir adam çıktı arabadan direğin yanına koştu, yerde iki kişi vardı. Nasıl olmuştu da onları görmemiştik? Biz şarabımızı usul usul içtik, senin adın hep dosttu. Ambulans seslerini duyuyorsun değil mi, hayret bu kadar çabuk gelmezlerdi. Orda gözümüzün önünde bir kargaşa vardı ve biz o kadar umursamazdık ki bakmıyorduk bile. Şarap, aşk, gül hepsi karışmış, boyamış gözlerimizi dost. Her yer kırmızı, siren sesleri ne kadar uzak geliyordu kulağıma, şarap sen beni alıpta nerelere götürdün velhasıl. Rüyalarda gezer oldum, ayaklarım kesilmiş yerden. O uzak dediğin deniz neden ayaklarımı yalıyor usulca? Kandırma beni sakın, sarhoşluğuma gülme sakın. Bu çakır keyiflik bitmese keşke, yakamoz muyum yıldız mı karıştırdım. Yalnız biliyorum ki, bende kırmızı pırıltılar saçıyorum artık… Ve gene tartışmaya başladık. Şarap şişesini fırlatmıştım ben ve sen çevreciydin. Çekirdek kabuğu bile atmazdın yere. Sarhoşken daha hırçınsın güleceğim ama buna da çok kızıyorsun, yahu sen ne çok şeye kızıyormuşsun. Neticeye gelmek istiyorsun aslında neden gelmiştim kalkıp onca yolu...

Yıllardır yoktum ortalıkta ve sen hala sormamıştın nerdesin diye. Yemek yemiştik, yolda gelirken konuşmaya çalışmıştık, ben gene her zamanki gibi tıkınıyordum. Bir elimde dürüm bir elimde kola, ona da kızmıştın, tıpkı kola kutusunu attığıma kızdığın gibi. Yahu sen ne çok şeye kızıyormuşsun. Anlatacağım neden döndüm ama beklemek lazım henüz sarhoş olmadım ben... Sarhoş olmak bile dizginleri kaybettirmiyordu bana. Bazen bu kontrollü hayattan sıkıldığımdan içiyordum şişenin dinine kadar. Sanıyordum ki şarap hayatı güzelleştirir, belki de bu hayali kurmak hoşuma gidiyordu. Çevrenin ve içimin kirliliğini yıkadım yine denize bakarken şarapla. Derin sularda kaybederim bütün hiçlikleri diye düşündüm. Ben, sen, deniz, gece ve şarap. Kimisi koyu mavi, kimisi kırmızı. Renklerin dansına yakamozlar eşlik etti yüreğimde. Kalktım ve ben de bir şarkı söyledim hiçliğe...

Hani o bırakıp giderken seni,
Bu öksüz tavrını takmayacaktın.
Alnına koyarken veda buseni,
Yüzüme bu türlü bakmayacaktın...

Sahi şu kızı arasa mıydık, aramış mıdır sevgilisini? Hani onca dil döktük boşa gitmemiştir umarım. Neydi adı Aynur muydu hah işte o. Yemek yediğimiz yerde denk gelmişti, rastlaşmıştık, tesadüf bu ya, yıllardır oda görünmüyordu ortalarda. Arasak mı acaba? Yâda en iyisi biz karışmayalım daha fazla değil mi? Karışan karışmış zaten... Benim yolda tıkınmamın sebebi de oydu, onunla konuşmaktan yemek yiyememiş ve kalkmıştık. Bende yiye içe gideriz demiştim. Aramıştır değil mi? Neyse şimdi bu manzarada nerden aklıma geldiyse bu, sen ay diyordun... Anlaşıldı ben bu gece sarhoş olamayacağım.
Sarhoş olmak nedir? Unutur mu hatırlar mı insan içince, şişelerde yüzünce? Dünya, ben, kadın, erkek ne renk görünür insana? Şarap mı rengini akıtır, yoksa kanım şarap mı olur? Sorular, cevaplar yüzer zihnimde, yakamozların yanı başında. Arnavut kaldırımlarına geri dönelim hadi günü karşılamak gerek artık. Gidip hazırlanalım seremoniye, en güzel elbiselerimizi giyip... Giyinmek için önce soyunmak gerekiyor. Oysaki ben üstümdekileri çok sevdim. Bak hepsi geceye ait ve henüz gün doğmadığına göre ben geceyi çıkartmak istemiyorum... Gecenin şaşaası gün doğunca bitermiş. Masallar böyle der hep, başka hikâyelerin sonunda gün doğmadığı olur mu? Bazen de gece sadeliğiyle örter masalları, sonu gelmez, belki de gelmek bilmez. Gecenin dinginliğinde bekleyelim sabahı öyleyse. Gecenin rengi elbiselerimiz, elimizde şarap ve gece masallarıyla…

Dost kalbi öyle narindir ki, depremler yıkmaz ama ufacık çakıl taşı koca dostu seriverir yere şimdi oluğu gibi. Bu gün ben bir sürü tekeneyi tekmeledim. Ne kadar çok sağa sola teneke atan ve onlara tekme atan var bir bilsen. Derlerdi de inanmazdım. Önemli olan sensin ve içindekiler. Ben içimdekileri muhafaza ettiğim sürece, sen bir gizli öznesin, ama özne benim ve ben bencilim… Kırıldım hem de çok, ihanetin bedeli ağırmış meğer. Sen yatağında uyurken ben senin bıraktığın izlere bakıp senden nefret etmeye çalışıyorum. Acıttın yüreğimi, oysa ben sana kalbim narindir dememiş miydim ha? Nedir şimdi bu yaptığın? Yıktın içimde yaptığım sarayları, filizlenmiş sevdamı koparttın, kanattın. Nasıl hesap sorayım sana ben, nasıl uzanıp ta yakandan tutup silkeleyeyim seni? Acıtmayacaktın beni, yıkmayacaktın sevgili. Demiştim ben sana, çok narindir benim yüreğim diye, dayanmaz ölür diye... Bu bir oyun, güzel bir oyun ve her zaman eğlenceli olmak zorunda değil. Bazı bazı düşüp dizlerimiz kanasa da, güzel bir oyun. Ben bu oyunun içinde ebede oldum diğerleri de oldum. Ve sensizde oynarım, dedim ya ben varım senlerden önce, evet ben bencilim. Oyun arasında girdin yüreğime, bencilliğimi deldin geçtin. Oturdun başköşeye. Belki de için için alay ettin benimle. Ben o kadar sarhoştum ki aşktan öldüm, ezildim, yok oldum ihanetinle. Yine bencilim şimdi ama benden bir ben daha eksik halde...

Hep aynı göğe bakamazdık, bakılmazdı. Yıldızlar bile yer değiştirirken bizim yer değiştirmemiz, değişmemiz imkânsızdı. Yani değişim kaçınılmazdı, sen seni seçtin ben beni.. Birbirimizi seçmediğimiz için oldu bütün bunlar. Keşke beni ya da seni seçmekle bitseydi her şey, yalancı yüzler yürekler girmeseydi aramıza... Denizlere yazsaydın hatalarımı, ya da gökyüzüne... Öğrenirdim ben onlardan bu yürek sancılarını, belki daha az kanatırdı o zaman... Keşkeleri tüketmiştik biz, tükenen günlerimiz gibi ve sen keşke demeyeceksin, yarın iyi ki diyeceksin iyi ki... Yarın söküp atacağım denize bu yüreği seninle beraber. Kandırıldım mı yoksa sen kendini mi kandırdın, bu sorular cevap bulacak gözlerinde. Kelimeler değil de gözlerim konuşacak senle. Hayatımın son durağında neden bu kadar bekletip de, neden patikalara sapıp benden saklandığını bileceğim. Belki de saklanmadın, yalandın zaten, belki de hiç olamadın sen bahsettiğin yerde. Rüya olsaydı bunlar sabah uyanınca dinerdi sızılar ve kanlar. Uyanıp ta yüzümün kuru olduğunu anlamak istiyorum şimdi. Gözyaşı sahilinde duruyorum öylece gecenin derinliğinde… Sevecek yürek yok, tükendim, tüketildim. Kırıldım, hırpalandım, yıkıldım. Rüyalar kâbus olmuş üstümde geziniyor belki, karabasanları öğrendim şu saatlerde. Her şey etrafımda kol geziyor alev alev...

Ellerimde kelepçeler vardı benim, yalanlarla gözleri boyalı olan ben değildim. Çığlıklarımı duyan olsa gelirdi kapıma hatta pencereme. Yalancı dünyanın yalancı insanı çıktı karşıma her durakta, acıttılar, acıdım. Kanadım günlerce, gecelerce. Bir sevda bitti, diğeri başladı. O da acıtıp kaçtı. Bu sefer ayaklarımda prangalar, kanayan yaralara bir tane daha eklendi bileklerimdeki izlerle... Ne zormuş yerde ki kum tanelerini saymak, ne zormuş kafanı kaldırıp, hoş geldin diyememek. Ne zormuş telaş etmeden durmak. Ne zormuş sana elveda demek, yürek sızıları içinde. Tükenmişliklerin, tüketilmişliklerin içinden sıyrılıp ta son sahnede seninle oynamak başrolü. Seninle her şey zormuş sevgili... Sardım kanayan yerleri, harcadım elimde kalan bezlerin hepsini. Çaresizlikten mi yoksa aşktan mı bilinmez acılar. Belli ki umutsuz kalmışım ben. Adım gibi umut dağıtan olabilseydim keşke.

Güzel tanrıça Elpis, şimdi ihtiyacım var umutlarına. Verdiğin adın olmasın sadece, umutlarından bir damla istiyorum şimdi senden... Gönül kırgınlıklarıyla geçiyor yaşam, acıyıp, kanayıp sardık her yeri. Anıları naftalinleyip kaldırdık sandığa. Sararmaya bıraktık yaşamı ve yaşanmışlıkları. Şarap kırmızısı aşklar sözlerde, sözlerde beyaz sayfalarda kaldı. Sevdamın başına diktim en güzel mezar taşını, yanına yüreğimi de gömdüm. Başucumda zambaklar, odamda kokusu, huzuru bekliyorum rüyama gelir belki diye...

Şiirler yazılmıştı sevdam yaşarken bu sahilde. Acı yalanlardan yapılmış sen, umuda aç kalan ben. Öylesine susamıştım ki, yanacağımı umursamadan içtim bu pınardan. Kavruldum, bu gün sen de dâhil pek çok bitişlere şahit oldum... Acıdım, acıdılar, tek canı yanan ben değilim. Yeryüzünde yaşayan tek yalancı da sen değilmişsin. Su serpermi dersin yangınıma, yoksa benzin dökmüşçesine etrafıma sıçrar? Hey hayat itfaiyesi, biraz da bizi söndür kül olmadan önce... Adı yakut. Baba adı Kavaklıdere. Soyu öküzgözü. Rengi kırmızı. Tadı keyif verici. Bugün sarmaş dolaştık ama daha küçüktü ve sadece tadımlık oldu görüşmemiz. Belki sonra dedim sonra gene konuşuruz, gene gel, gene gelelim. Sen doluyorsun kadehlere, tuhaf. Şarap zerrelerindesin sen, ılık ılık geçtin boğazımdan. Şarabın rengi ben, ben şarap oldum. Bağlarda gezdim sensiz ama seninle. İlk tanemi yedim şarap içer gibi, seni koklar gibi. Sevdalar da yine sarhoşum ben, yine denizlerde sahile vurmuş denizyıldızı... Hadi hiçbir şey yazmayalım. Yazdıkça azalacağını sanıyordum oysa çoğalıyorsun. Şimdi şöyle 75 lik bir kırmızı geldi masama. İçinde sen, dışında sen, karşımdaki resimde sen. Odada sen yoksun ama sesin var, hafiften bir şarkı mırıldanıyorsun kulaklarıma. Hayal bu ya...

İçtikçe çoğalıyorsun sanki şişeyle beraber, sindire sindire, doya doya...
Resimler daha bir yakın ve canlı.
Sanki an kadar yakınsın, elimi uzatsam dokunacak kadar.

Masamda sen, kadehte sen, resimde sen. Baktım ki dünya sen, her şey sen rengi, her şey şarap kırmızısı. Kanım zaten sen olmuş, bedenim şarap... Ve gene şarkı çalmaya başlar, iki dost, iki sevgili, iki düşkün, dert olmuş dillenirken.

Söndürmüşüz feneri salaş bir balıkçıda
Rengimizi sıyırmış da gitmiş gidenimiz
Nur Cemalimizin astarı kalmış bir tek
O da kaşık kadar

Vur kadehi ustam bu gece de sarhoşuz
Kalan sağlar bizimdir, acıdan mayhoşuz
İki satırlık adamları musallat ettik ömrümüze
Bundandır böyle dibe vuruşumuz

Damla sakız hayallerimize yakamoz vursa
Bari öyle canlansa da hayat bulsa
Ne iyi olurdu kalbe kan yine
Hücum etse

Bundan gayrı, gözüken şişenin dibidir, biliriz. Bildiklerimiz kızdırsa da, biz keyfe keder kırmızının içindeyiz. Sabah sarhoşluğu güzelmiş meğer sensiz ilk tadışım bunu. Yalnızlığa inat sevdim onu. Gün büyüdü gözlerimde, içim içime sığmaz oldu. Sevinçten mi, eskimiş kederlerden mi bilinmez ama sabahı sevmeyi çok özlemişim meğer... Sabahı yalnız yaşamak gerek işte bu yüzden kahırlardan, dertlerden uzak kalmak gerek. Ruhum böyle beslenecek, arınacaksa eğer, hazırım her bedeli ödemeye. Varsın eski yeni tüm dostlar uzak olsun benden... Çığlıkların naraların anlamını yitirdiği geceden sonra seni seviyorum demenin bir anlamı yok artık. İstediğim kadar haykırsam sabahın hayatıma getirdiği fazdan daha öteye duyulmaz sesim. Belki de duyulmaması en iyisi, uzak kalmak unutmak için… Ne yapabilirdim diye için için düşünmeye başlamıştı. Bu seven gönlümü yoksa bedenden ruhumu çıkarması gerekiyordu. Bir garip duygu idi içindeki his kendini bir anda gecenin karanlığında sokak lambasında uçan kelebeklere benzetti daireler çiziyordu sanki... Kelebeklerin ömrü gibi kısaydı yaşam benim için de. Gidişlerin zoraki ve yakıcı olduğu zamandı şimdi. Alevlerden tutuşan kanatlarım bu kısa hayat içinde kaç saat taşıyacaktı beni? Işığın çevresinde dans ederken kelebekler, o hafiften gelen şarkıyı dinledim ben de. Sevdalar ne kadar yalnız bırakırmış insanı... Yalnız bırakılan sevda arasında kendini bulurmuş derdi ya hep içinden gelen hüzünlü ses ama birden irkildi unutmuş olduğu kendisini ve değerlerini bu muydu sevda, adı tek taraflı olan? Umutsuzlukların içinde sevdanın tarafı yoktu belki, belki de sevdanın adı da yoktu.

Yalan olan her şey barınırken bu hayallerde, gecenin yalan sevdasında ben de yalan mıydım? Uzun bir yolculuğa gitmek istiyordu sanki patika yolları takip edip kendini bulacağı bir yere gitmek ister gibiydi. Yine yollar, dar sokaklar… Ben bunları yakın zamanda geride bıraktım ama geçmiş yine mi karşımdasın? Tenekeler çalınıyor bir yerlerde, dünyanın tüm delileri bensiz bayram mı yapıyor yoksa?
Seni nerelerde aradım, nerede buldum. Şarap şişelerinin diplerinde, dalgaların sahilde bıraktığı kopmuş yosunlarda ve yalnız yürüdüğüm Arnavut kaldırımında. Köşe başlarında bekledim seni çocukça umutlarımı büyüterek, bu olgunlaşmaya yüz tutmuş bedene sığmayan umutlar. Bazen taşımaktan yorulduğum yürek, sensizken daralan dünyaydı sanki. Yokluğunda üstüme yürüyen kara bulutlar gibi, an olup ta delip geçemediğim, kapıyı açıpta güneşi göremediğim... Çakmak gibi çakan gözlerini arar oldum hapsolduğum bu bedende ansızın seni hatırlamalar gündüzün içinde fırtına misali göğün bir anda kararması... Ruhumu azad edesim geliyor şimdilerde, ama yer bulamadım gönderecek…

Bir baharı yaşamak istiyor deli gönül... Düşmüşse artık uçsuz bucaksız bir yere ne kadar çıkmak istese de üzerine üzerine kum yığmak istiyor bu beden... Geçmişe dair sanki bilmiyor masaların boş vazolardaki çiçeğin solmayacağını ama her masanın tekrar dolacağını... Masalarda sevdalar yürekler sıcacık, arada ayrılıkların hayal kırıklıklarının hüzünleri. Resimlerde de çiçeklerde de sen, gönlümde, nefesimde de sen… Sakın kırma beni deli gönül... Çocuk olmak için geç kaldık... Hep geç kalmadı mı hayat yosun bağlamış yüreklere… Her gidişin dönüşü olmazmış gibi gidercesine açık kalmış kapılara birde kilit vurdu döneceğini bilmezmiş gibi… Bir darbe indi kilitlere, kırıldı açıldı kapılar. Davet bekleme sakın, bıraktığın gibi senin bu gönül hala... gönle ateş düşünce zamansız sararırsa yapraklar ansızın gönü ne söz dinler ne ucu yanık ferman kırar girermiş düşünmeden bırakılanlar yerinde ise eğer..düşünmeden pervasız Hep yerinde kalır sevdalardan kalanlar, hazırda bekler gideni.Kapılar aralık kalması yeter ki, hemen gelir çöker yüreğine. Denize benzetirdim ilk zamanlarda yüreğini sislerle kaplansa dahi uzakta hep bir ışık var olurdu soğuğa aldırmadan yol alacaksın derdi içinden bir ses körde olsa o ışık.. Ne sesler, ne yüzler, ne de yıllar eskitti seni.

Hep ilk günkü gibi sade ve özel oldun, tıpkı yeni doğmuş bir melek gibi... Ruhu eskitmek, yanlış yerlerde telef edilmiş ruhlar ve yüzsüzce suçlanan hayat. Geç kalınmışlığın bedelleri. Başka kapılar da kapandı mı yüzüne? Yüzsüzce suçlarlar kendini bilmeden tıpkı hastalanmış bir ruh gibi temizlemek istese de giden gitmiştir bu bedel ağır olmalı... Sen sende kalanı al derdim ben bende kalanı ücra köşeler senin yerin olsun ben derinlerde gezeyim ama sen olmadan tadını çıkaramam bilirsin Derinleri yalnız tatmakta güzel, sensiz daha bir başka buralar. Özlenenler birer hayalmiş meğer geçmiş ve gelecekte. Yalanmışsın sen ve hain... Zaman su gibi aksa da dur diyemedik her geçen zamana... Değer biçemedik ki, o güzelim yıllara ağır geldi her yük sen senden giderken... İstasyonda oturdum saatlerce son trende kalktı şimdi. Sana geliş yolları açık mıydı acaba, binseydim trene? Eve dönme zamanı geldi yavaştan. Yüreğim bu istasyonda sabahın ilk seferini bekleyecek, bedenimse boş masamda seni… Son istasyon yolculuğun gözde canlandı bilirim buğulu gözlerle bakıp el sallayışın ve son ayrılık bu istasyonda senden bu yerden Kimi gün büyüdü bu yürek, kimi günse örselendi bu son yolculukta. Sebepsiz nöbetlere bıraktım anıları, boğuldu hepsi birer birer. Birer birer kaybetmedik mi sevdiklerimizi sevdamızı... Çürüyen bir ağaç misali önce yaprak döküldü sevdan gibi... Sonra sıra dala geldi yüreğin gibi. Ya sararan yapraklara ne demeli saçına düşen aklar gibi? Yüzündeki çizgiler hayatı ve olumsuzlukları yansıtmadı mı kırık ayna misali? Durmadan ilerlediğin yolda. Hayat demek geldi içimden ama onu yaşayan da benim, bitiren de. Yanlış atılan her adımdan dönmeyi öğrendim bunca yapılan yolculukta. Her şey bende başladı ve bitti, başrolde ben ve son sahnedeyim şimdi. Yarınlarda başka oyunlar sahnelenecek ve ben figüran da olsam başrolü de alsam varım diyeceğim. Ve en güzel repliğimi haykıracağım sahnede... Sana sahip çıktım yürek, sevdamı yaşatasın diye...

Saran, tutan ellerden kopmak acıtır sevdaları. Kanma martıların dediklerine, bazen yalan söyler kuşlar. Sana güvercin gönderdim, uzat elini... Konsun yüreğine özlemlerden kopan buse... Kaybetmelere alıştık ya hayatta gün geliyor sevemiyorsun belki kaybederim umuduyla. Sarılmak istiyorsun sanki ellerin kaybolmuş biliyorsun her sarıldığında karşına gelecek diken tellerini belki de en büyük korkun bu ama yinede seveceksin istesen de istemesen de Kahırlarla yaşamaya alıştık, sabah güneşi karşıladık umutla. Geceye merhaba dedik karanlığıyla gelse bile. İşte sana bir kapı, gecenin siyahından korkma yürü ufuktaki ışığa doğru... Sildim gözlerini, kapıdan aldım seni. Korkma karanlıktan ben varım yanında, bak ufka ışık ne kadar parlak. Sevmelere gidiyoruz, sevdadan bulutlarda gezmeye, yıldızları ellemeye. Zamanlı zamansız sızlanır dururuz kâh güler ağlarız hüznünde sabahladığın pencerende. Dalmışsın bakışlarınla o küçük kırmızı boyalı evinde mazine hasretine.

Yedi tepe olan bu şehirden kaçıp gittiğim günlerdi her sabah aklıma gelen. Sen de benim gibi nice sevdaları ve hiçlikleri bırakıp gittin bu kaldırımlarda. Sabahçı kahvesinde oturdum, eski günlerden kalma bir güneşle karşılamaya hazırlandım seni. Çok zaman geçti üstünden içtiğimiz son kahvenin. O günkü tat damağımda hala ve ben bu gün de o tadı bulmak için geldim buraya. Yine senle, yine senin o yosun gözlerinde... Derler ya bir kahvenin 40 yıl hatırı vardır diye. O güzelim bahçede nice kahveler içmiştik göz göze kim bilebilirdi yedi tepe ötede sensiz bir kahve içeceğimi hatırı olan yılların ardından…
Boğazdan daha çok özlemişim seni, yalnız gezerken fark ettim bunu. Belki de İstanbul'u seni özleyişime alet ettim bunca zaman ve şimdi. Sokaklarının hangi kokuya büründüğünü unutmak istemiştim o zamanlar, seni unutmak için. Oysa boşuna ve çocukçaydı. Yürekleri böyle yakan insanlar unutulmuyormuş, olgunlaşınca anladım bunu. Şimdi, seni bulmaya, seni yaşamaya, sana doyup kalmaya geldim yedi tepenin eski kokan sokaklarına. Sen kokuyor bu ev, bu eşyalar, bu deniz. Sana giden yol buralardan geçiyor sanki içimden bir ses çok yakınsın diyor. Buldum seni canımın İstanbul köşesi…

Hangi zamanda kalmıştı ki bu denli özlem... Kurumuş bedene bir su damlası misali hasretin ve varlığın ne zamanki senden küçük bir haber bir söz edilse yüreğim çırpınır içimde bir umut ışığı aydınlatır olmasan da yine yanımda, bilirsin... Özlemlerle dolu şehrin her sokağı, her yerde anılarımız capcanlı duruyor. Yılların eskitemediği sen ve İstanbul. Ayvalık'ın boş sokaklarında dolaşırken de aynı boşluğu hissedermişim meğer. Kendimi dinledim uzun zaman ve döneceğimi biliyordum sonunda yedi tepeye. Kaçınılmaz olan sensin, sende İstanbul… Hep özlemez miyiz hatıralarımızın doludizgin yaşandığı o güzelim sokağı unutur muydu insan şimdi başka sokaklarda başka insanlarda arar olmuşuz doludizgin yılları? En sevdiğim, deniz ve sende İstanbul.

Hatıralarımı canlı tutan yıllar, sana olan susuzluğum. Bu şehre döndüğüm gün sensizlikten kurtuldum aynı sokakta adımlarımı atarken. Aynı köşede bekledim seni, o günkü gibi. Yıllar köşedeki pastaneyi bile eskitememiş, sevdam kadar taze ve nezih. Seninle ve anılarınla buram buram kokuyor hala bahçesi... Bugün yine geldim İstanbul ama hesap sormaya çaldığın ve savurduğun yıllarıma sevdamı sevdiğimi, neden suskunsun şimdi hani o çılgın dalgalarınla vururdun dalgalarınla sahile, neden çarşaf gibisin neden... Her gemi geçişinde seyrine doyamıyorduk ben ve o... Hatırlar mısın ilk geldiğimiz o günü... Bize oyunun bu mu ey İstanbul? Hep kazanmaya alışmışsın ya çılgın dalgalarınla. Ama bak bu sefer kaybettin unutma bu günü...
İsyanlarım yedi tepene değil aslında kendime. Korkup kaçtım aşktan, savaşmaktan. Düpedüz korkağım ben, yıllar sonra geri döneceğini ve yüzleşeceğini bilen bir asalak gibiyim. Kız kulesini izlerken gözlerim sadece seni seçti onun güzelliğinde. Yıldızların pırıltısından saçların ve üzüm tadındaki sen... Sadece sen varsın her noktasında İstanbul’un. Başka panoramalar istemez gönül gözüm, sadece sen ve yosun gözlerin... Bırakıyorum her şeyiyle seni sana İstanbul benden daha fazla alamayacaksın belki son gidişim ilk günkü hayran bakışım kalmadı artık sana her şeyin senin olsun İstanbul kazanan sen mi ben mi bunu zaman gösterecek.

Senden kaçtığım gün burada bıraktım her şeyimi. Başka bir yerde başka bir hayat için, yeni bir ben için. Ama nafileydi her şey, benliğini sende bırakmış bir adamdım ben nerede olursam olayım. Hep aklımda mavin ve yosun gözlerin vardı. Başka denizler de seni hatırlattı, başka tepeler de. Başka gözlerde aradım avuntuların silsilesini. Hiç biri senin gibi bakmadı, sevmedi beni. Şarap şişeleri bile sendekiyle aynıydı, bunca senedir. Her şeyde sen, sende İstanbul... Kaçtığın günde başladı her şey, yıkıldığım an hangi sahil anlatabilirdi ki senden gidene, sana geri gelene? Kaç gece masada kalakalmışım sensizlik sarhoşu olmuş halde....Deniz dedin ya işte bak demir atmış bir gemi gibi kala kalmışım ne bir adım ilerde ne bir adım geriye gidebildim.. Geç kalmışlığın yüzsüzlüğüyle geldim sana geri, günahlarımdan arınmak istiyorum belki de. Belki de değil asıl sebebim bu. Geçmişin kararmış sayfalarında bırakıp kaçtığım seni geri istemeye geldim arsızca. Ne dersin bilmiyorum, soruyorum işte. Seviyorum seni hala, canımın İstanbul köşesi...

Kaçtık hep yalnızlıktan yelken aldık ufka, kaç yıl geçti ki aradan ne bir günah ne bir arsızlık beklemekle geçti yıllar... Her duvara çakılıp sökülen çivi misali bir iz kalmışsa eğer sevdandan dön dön. Çaktığın her çivinin bir izi kalmadı mı cevaplarınla sevabınla. Her iz yeni bir acıyı getirdi yüreğime, delik deşik olan sevdalarımla geldim geri sana. Ama ruhsuz bir sevda ne kadar değerli bu âlem üzerinde. Pazarlıklı aşklarla geçen ömrü, törpülerin altından aldım her gün ellerimle. Kurtarabildiğim ruhsuz bedenim, acıları bile tanımaz oldum oysa. Sensiz acıların da tadı yok, denizin de...

Bir fırtına misali serpildik enginlerden yükseğe yüksekten enginlere alabildiğince haykırmalar sevdanın arkasından ağıt yakmalar sende seni yaşarken sensizlik içinde... Bir umuttu belki de geri dönmeni beklemek acıların ve sevdanla geldin ya buda yetiyor insana var olan varlığında yol almak misali... İstanbul zaten sendin her zaman, sevdanın rengi şarap. Maviler, yosunlar ve kırmızılar her yerim, gözlerim. Yalan hayatlardan sıyrıldım, sende kalanı alıyorum benliğimi, benliğimle sevdamı. İşte köşe başındasın, biliyordum dönüşümü gördüğünü. Bu şehirde sevdaların yolu ikimiz içinde aynı yere çıkıyor, bize... Sen de aynı ateşlerdeydin, senin benliğin de bende. Koş hadi, sarıl boynuma, yıllar önce Arnavut kaldırımında olduğu gibi...

Ne çok özlemişim o günleri bak döndüm geri sana bana benliğime özlem ve hayallerimle yarınımda sen yarınında ben... Kör kuyu misali belki de geçici bir görmezlik Körlük zamanları, geçti artık sevdam. Yine bendesin, tenimde, yüreğimdesin. Mavim sen, yosun gözlerinde ben. Şarabımın kırmızısı da sen sevdamın kokusu da... Sevdanın güzel yanı, seni yaşamak gülüm. Senle nefes almak şu yeditepede. Haksızlıklara, yüzsüzlüklere yapıştırıldı adım. Kaçtım senden, bu şehirden belki, belki de korktum. Ama sevdim seni benliğim ben de olmasa da...

Kaçış değil, kovalanmaktı aslında sevdam... Seni ille de burada yaşamak mı gerek acaba? Yedi tepenin büyüsü olmadan sen olamaz mısın? Ama İstanbul bir başka yaşatır sevdaları, bir başka götürür insanları. Burada başlayan hikâyeme, burada son vermeliyim senin için yosun gözlüm...

Mavi Sihir

3 yorum:

  1. Yanına kadar koştuktan sonra, bir adım daha atamayacaksan eğer; oraya kadar sakın koşma. Sana değil, bekleyene yazık olur.

    Özdemir Asaf

    YanıtlaSil
  2. Ne sahip olduğundur hayat, ne de umdukların bunca zaman.
    Yüreğin kadardır hayat.
    Seviliyorsan renkli, seviyorsan Siyah Beyaz...

    Can Yücel

    YanıtlaSil
  3. Hayat bizi resmen dört işlemle sınar;
    gerçeklerle çarpar, ayrılıklarla böler,
    insanlıktan çıkarır ve sonunda topla kendini der.

    Tolstoy

    YanıtlaSil

Yorum yapmak ve siteye üye olmak isteyenler, Gmail hesabı ile siteye üye olabilir, Sitede yorum bölümünde, “yorumlama biçimi” yazan butondan “Google hesabı” yazanı seçerek yorumunuzu yazabilirsiniz.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.