2 Ocak 2010 Cumartesi

Adı Mimli Harflerle Kalbime Kazılı Şehir


Soğuk bir şehir...
Geçmiş, çatlamış topraklar gibi çıtırdıyor ayaklarımın altında...



Valizlerimi bıraktıktan hemen sonra çıkıp bir kuaför arıyorum. Küçük şehirlerde adam gibi kaybolamıyor insan, buluyorum.
-Kes diyorum. Kısacık olsunlar... Mümkünse kadınlığımı unutturacak kadar!
Koltuktan kalkıyorum. Uzun, güzel saçlarım yere saçılmış, kıpkırmızı parlıyor.
Gözlerim... Hayır, dolmuyorlar, kamaştıkları için yumuyorum... Dönüp çıkıyorum sonra...

Hala düşündükçe içim burkulur, kimsesiz saç tellerimi o şehrin rüzgârında...

-Acıktın mı?
-? Yani. Evet, acıktım aslında
-Tamam o zaman ekmeği fırından alma, ben bir alana bir de tandır ekmeği veriyorum.
Gülümsüyorum...

-iyi bir tüccar olacaksın!

Mehmet'le tanışıyorum... Küçücük elleri buz kesmiş soğukta, paltomun cebine sokup bu küçük adama benimle yemeğe çıkıp çıkamayacağını soruyorum... Utangaç bir gülümsemenin hemen ardından ekmeklerini önünde durduğumuz kahveye bırakıyor
-usta birazdan dönerim!

Adın ne?
-Mehmet
Benimkini sormayacak mısın?
-Biliyorum ki
Hmm... Neymiş adım?
-Su hanım
Şaşırıyorum...

-Adım bu değil aslında... Ama sen su hanımı nerden biliyorsun?
Muzip gülümsüyor...

-O abi sana hep öyle diyor!

Küçük şehirlerde bir yabancıyı herkes ne kadar iyi tanıyor!
Birden o söz geliyor aklıma...
"garipsen nahaksan" dermiş buranın insanı

Yabancıyım... Haksız mıyım?
Sorumun cevabını o gün o masada bırakıp öpüyorum Mehmet'i...
-Tekrar görüşürüz!

...

Garip bir gece...
Dolunay penceremde hiç bu kadar büyümemişti...
Hemen yanımdaki o büyük binada bir adamın kanımı donduran çığlıkları yankılanıyor ve gecenin sessizliğinde beynimi dağıtıyordu... Muhtemelen derisi soyulmuştu ayaklarının ve şimdi soğuk bir betona dökülmüş soğuk suyun üzerinde doğrulması isteniyordu ya da açık bütün yaralarına tuz basılıyordu... Filistin askısında gerilmiş kolları ve etleri parçalanmak üzereydi belki... Muhtemelen çıplaktı ve bu hıçkırıklar aşağılanmanın verdiği azaptan başka bir şey değildi...

O sesler ne zaman çıkıp gelse geçmişe açılan bir kapının ardından, acır ayaklarım, kollarım...
Sanki tuz basılır açık yaralarıma, acırım...

Yatağım çivili bir tabuttu sanki kalktım ve o küçücük odada saatlerce volta attım...
Sanki ondan, onlardan ve benden başka herkes derin bir uykudaydı...
Zaten ne zaman bir çığlık yükselse tıkanırdı bu şehrin kulakları...

Biliyordum...
Güneş doğduğunda, dilini bilmediğim bir ağıtla ağlayacaktım...

...

Bu gece burada sabah olmayacak...
Şehir sağır, şehir suskun, şehir ölüm uykusunda...

Paltomu aldım ve bir de küçük sandığımı... Neden yaptım bunu ve nereye gidiyordum? Henüz bilmiyordum.
Yanı başımda duyduğum çığlıklar kapının dışına itiyordu beni, karanlığa, soğuğa...
Yüzünü bilmediğim bir adama sarılmak istiyordum, sarıp dindirmek acısını... Yapamazdım!
O çığlığa koşamazdım, kaçmalıydım! Çıktım.
Bahçe hiç bu kadar ürkütmemişti beni... Kar içinde açılmış yol tek ayağımla ilerleyebileceğim kadardı...
Kendim uzaktan seslendi; Ben karanlıktan korkarım!
Diğerim cevapladı; Bak şu örtüye! Yüzün kadar aydınlık gece...
Kurtlar şehre iner bu aylarda, zaten onlar olmasa da tekin değil ya buralar!
"quo vadis!"
"Git" dedim... "Çık aklımdan, kes sesini, döndürme beni bu yoldan"

Bir resim var şimdi gözlerimin önünde...
Ak kefeniyle bir şehir uzanıyor boylu boyunca...
Sokak lambaları yanmıyor, karın beyazlığı aydınlatıyor yüzümü...
Saçlarım... Savruluyorlar belki şehrin rüzgârında, başka bir sokakta...
Benimse başımda el örgüsü bir şapka...

Yürüdüm... Yürüdüm... Yürüdüm...
Ayaklarıma hükmetmiyordum, uyuştular... En iyi ihtimalle donacaktım! En kötü ihtimalle bir kurt tarafından parçalanacaktım... Olduğum yerde uzanıp uykuya dalmayı düşünmedim değil.
Başta biraz üşüsem de huzurlu bir uykunun içinde ölmek, gelincik tarlasında ölmek kadar cazipti ama yürüdüm...
Nereye ve neden? Hala bilmiyordum...
Tek bildiğim, geceme sızan o çığlıklardan kaçıyor olduğumdu ve bu sandık...
Aylardır açmadığım bu sandık ya ıssız bir yere gömülmek ya da... Yo hayır, bu çok saçma!

...

Uykum geliyordu...
Sıcacık bir yatak düşledim.
Gecikmeden yetiştiler, kömür sobasının arkasına kurulmuş çocukluğum ve çıtırtılar...
Şimdi annem gelip üzerimi örtecekti. Sonra...
Uykumun en tatlı yerinde güçlü ve sıcak kollar kavrayıp kaldıracaktı beni. Rüyamda kanatlanmış uçuyor olacaktım...
"Seni küçük kedi... Şuna bak, nasılda büzmüş kendini...
Anlaşılan sadece yanımda yatarken öyle dağınıksın, tekmeleyip yataktan aşağı atıyorsun beni"...
Gözlerim küçücük aralanacaktı. Karşısında gülümseyen ela gözlere kitlenecek, şımarık kedi yavrusu gibi yayılacaktı
kollarına bırakıp bütün ağırlığını...
"Bu gece de yanında yatayım baba"...

Kısıktı gözlerim, gökyüzüne diktim...
Kar taneleri, gökyüzünden yağan küçük melekler gibiydi...
Kanatlarını açıp süzülüyorlardı üzerime... Kulaklarımda inceden bir keman sesi... Ve tek şarkılık bir dansın son figüründe değiyorlardı tenime...
"Eriyeceğiniz yere odaklanın" diyordu biri! "Siz gözlerinde, siz ellerinde ve sen... Göğsünde bitireceksin bu dansı!"
Melodi...
Kar taneleri...
Gökyüzü...
Melekler...
Doldular içime... Ve demişken "huzur benimle"...

İçimi kaplayan bu korku da neyin nesi!

Öyle bir soğuk vurdu ki! Sırtımdan... Hani belinden sarar ya bir yılan!
Hava eksi bilmem kaç derecede sıcak kaldı yanında, çarpıştılar... Bir buğulanma...
Soğuk terler döküyordum, sanki buydu ecel teri dedikleri... Orda!
Tam arkamda duruyordu soğuk! Dönüp bakacak cesaretim yoktu, hissetmiştim belime dolandığını gözlerinin.
Kırdım dizlerimi, gözlerimi sımsıkı yumdum, bekledim...
Dönüp bakacak cesaretim yoktu, soğuk yaklaşıyordu, adımlarını duydum...
Etrafımda dolandı, usuldu...
Gözlerimi açtım...
Karşımdaydı gözleri, parlıyordu ve soğuktu...

Soğuk... Vurdu...

...

Korkunun ecele faydası var mıydı?
Akacak kan sahiden damarda durmaz mıydı?
Katil kurbanının gözlerine bakarsa belki de kıyamazdı!

Ben bunları düşünürken uzun sakallarını sıvazlayan bir filozof belirdi karşımda... Öylesine rahattı ki!
Anlaşılan bunları söylerken aç bir kurt gözlerini dikmemişti üzerine...
"Engelleyemeyeceğiniz şeyden korkmak aptalcadır!" dedi... Sonra esneyip, dönüp arkasını gitti...
Şimdi sorarsanız halt etmiş derim ama o zamanlar aptallığı henüz sindirememişim!
Tekrarlayıp durdum...
"Engelleyemeyeceğin şeyden korkma! Korkma... Korkmasana aptal! Korkma be! Korkma..."
Ölümü engelleyemezsiniz! Ne şekilde geleceğini ne yazık ki belirleyemezsiniz! Ama nefes almaktan en yorgun düşmüş olanınız bile parçalanarak ölmek yerine yıllarca daha yaşamayı tercih edersiniz...
"Adam gibi ölüm verdin de yaşamak istiyorum mu dedim Tanrım" Korkudan olsa gerek, saçmalıyordum...
"Ama bu şekilde ölmek istemiyorum..."
Ben aklımdan bunları geçirirken o tek bir hamle bile yapmamıştı... Öylesine donuk bakıyordu ki!
Gözlerimin gözlerine kenetlendiğini fark edince irkildim...
Evet, şimdi ölmeliydim, hemen şimdi... Sonra o ne yaparsa yapsın acı hissetmemeliydim...
Korkunun ecele faydası yoktu... Uykum da geliyordu... Gerisini boş verdim. Sırtımı boşluğa bırakıp gözlerimi yumdum...
...

Küçük melekler geliyor, görüyorum...
"Nereye götüreceksiniz beni?"
"Hiç kimse hiçbir şey söylemeyecek mi?"
"Tanrı... O nerde?"
"Görmek istemiyor mu beni?"
"Peki... Sizden birileri iletebilir mi teşekkürlerimi? Hayat boyu ilk kez duyduğu için sesimi..."
"Bu kez canım hiç acımadığı için..."
"Dilediğim anda kestiği için nefesimi..."

"...sen "
"sensin değil mi?"
"Gözlerin masmavi... Saçların siyah, ipek gibi... Dişlerin inci, gülümseyişin... Ben gibi..."
"Sen olmalısın... Sensin değil mi? Sen... Hep düşlediğim gibi..."

-Abi, abii...
Küçük adımlar duyuyordum, giderek yaklaştılar. Yaşlı gözlerini silen küçük bir çocuk silueti... Sonra hıçkıran bir ses...

-Su hanım...

...

Ne aptalım! Hiç hissetmeden öldüğümü sanmıştım...
Gözlerim tavana çivilenmişti... Yine o filozof belirdi! Yine sıvazlıyordu sakallarını...
"Sandığınız kadar cömert değildir Tanrı!"
-Ne geveze bir ihtiyarsın sen!
Alaycı bir gülümseme bırakıp, dönüp arkasını gitti...

Gözlerimin önünde al yanaklı bir yüz belirdi. Dudaklarım güçlükle aralandı;
-Mehmet...
Gözyaşlarına gülümseyişini karıştırdı Mehmet, yanaklarımdan öptü defalarca... Sonra uzaklaştı. Küçücük elleriyle aldı odunları, duvar dibindeki tenekenin içinden.
Sobanın başına geçti, parmak uçlarında yükselip karıştırdı alevi... Odunlar çıtırdamaya başlarken sağ yanıma eğildi...

-Acıktın mı?
-Evet... Tandır ekmeği var mı?
-Var.
-Peki... Ellerim biraz daha ısındıktan sonra isterim...

Başucumda basma bir etek, yün çoraplar ve yün bir kazak duruyordu... Kemiklerimin buzu çözüldüğünde doğruldum, giyindim... Biraz olsun kendime gelmiştim, ısınıyordum...
Yerimden kalkıp sedire doğru ilerledim ve kıpırtısız yatan bedenin yanında kıvrıldım dizlerimin üzerine... Başında beyaz yemenisi, esmer tenli bir kadındı.
Besbelli vaktinden evvel yaşlanmıştı...

-Annem...
-Uyuyor...
-O hep uyuyor... Bazen uyanıyor, bizi öpüp seviyor ama... Uyanınca canı acıyor, çok öksürüyor, inliyor... Bu yüzden hep uyusun istiyorum, hiç uyanmasın...
-Doktora götürdünüz mü?
-Bu gece getirdiler şehirdeki hastaneden.
-Bu gece!
-Hı hı... Geçen hafta muhtar geldi "ben şehre gidiyorum onu da doktora götüreyim. O perişan siz ondan perişan... Belki devası vardır derdinin" dedi, götürdü... Bu gün yine şehre gitmiş, hastaneye de uğramış. Kar iyice bastırıp yolları kapatmadan götür demiş doktor, çocuklarını görsün, sonra yine getirirsin demiş...
Yolda bulmuş seni de..."Aslında yolumun üzerinde değildi" dedi, o kurt ağlamasa bulamazmış yerini, donar gidermişsin...
-Kurt! Kurt ağlar mı?
-Ağlar tabi... Sen hiç duymadın mı?
...
-Ben de duymadım aslında... Babam anlatmıştı. Şehirden dönerken devrilmiş kamyonu. Kar, kış, felaketmiş..."O kurt ağlamasa kimse duymazdı sesimi, bulamazlardı beni" demişti. İyi insanlara ağlarmış kurtlar! Bilenler imdat çağrısı der, korkmaz giderler... Sana da ağlamış işte... Seni görünce ben de çok ağladım Su Hanım...
Öldün sandım...

Gülümserken acıyordu yanaklarım...
-Ben de seni görünceye kadar öldüğümü sanıyordum...
-Sahi sen niye geldin onca yolu? Nereye gidiyordun? Bu havada onca yolu ne diye yürüdün? Korkmadın mı hiç?
-Bilmiyorum... Derken hatırlıyorum;

-Sandık!

...
Gözlerim küçücük odanın içinde yuvarlanan iki siyah zeytin...
Her köşeyi gezdi. Sonunda sobanın arkasına kurulmuş bir çocuğun ellerine değdi.
Dizlerinin üzerine çökmüş ve sımsıkı sarılmıştı sandığa. Parmaklarını, üzerindeki ıhlamur yaprağı işlemesinin oyuklarında gezdiriyordu. Sanki büyülü bir masal kitabının sayfalarına işliyordu bakışlarını.
Öylesine odaklanmıştı ki adını söyleyen kısık bir ses küçücük omuzlarını titretmeye yetmişti;

-Melek!

"melek"...

-Ver onu bana!

-Dur Mehmet, dedim

"dur"...

Sedirde sessizce yatan kadının yanında sessizce doğruldum.
Büyülü bir masal kitabının son sayfasında geziyordum...
Zaman ağırdan alıyordu. Küçücük odada bir uçtan diğer uca gidinceye kadar aylar geçti..
Sandığı kapattığım andan sonraki aylar gözlerimden... Gözlerim iki siyah zeytin tanesi, gözlerini buldu...

"Sen"...

Rüya(m) mısın? Gerçek mi?
Gözlerin masmavi... Saçların siyah, ipek gibi... Dişlerin inci...

Çocuk saflığıyla gülümsedi yüzüme, bir masumiyet çarpıp aktı yanaklarımdan...

"Gülümseyişin... Ben gibi!"

...

Sonra düşürdü yüzünü... Parmaklarını usulca çekti ıhlamur yaprağından.
Sanki gizlice girdiği bahçede eline diken batmış gibi, biraz acılı, biraz utangaç ama ille de çocuk çocuk baktı...
Sandığı dizlerimin üzerine bıraktı.

Tüm bunlar olurken kalbim yorgunluktan her an durabilecek kadar hızlı atıyordu.
Karnımda suni sancı verilmiş bir anı, her şeye rağmen binlerce gülümseyiş doğuyordu dudaklarımdan...

"Melek..."

Düşürme yüzünü...
Uzat ellerini... Hadi!
Bir bilsen... Yitirilmiş bir hayat yeniden atmaya başlamak için minik bir kalbin içinde, kaç zamandır dokunuşunu bekledi...

"Melek..."
Uzat ellerini!

Paslı bir demir elimi kesti...
Ne içim, ne canım, ne elim... Hiç acımadı!
Sandığın tahta gövdesinin esareti o gece... Öylece... Bitti...

...

Üzeri örtülüp kilitlenmiş bir zaman dilimi, sırtlayıp gerçeğin ağırlığını koptu ve düştü kundaklanmış bebeğin seyrek saçlarından...

"Bir gün muhakkak" derdim... "Muhakkak"
İçimdeki sûr'a üfleyecek küfründen kovduğum öfkeli melek,derken hatıraları asılı bıraktığım ağacın dalları...
Bir de içimde kızıl kıyamet... Kopacak!
"Bir gün muhakkak" derdim...
Ama o gün gelinceye kadar
"Kaç yüreğim..."
"Kaç kaçabildiğin kadar!"
...

Sarsıntı...
Geç(me)mişin kalıntıları parça parça yağıyor üzerime...
"Tanrı!" diyorum...
"Tanrı! Al acımı...

Dağılmasın şu küçük odaya,duvarlarına çarpa çarpa yankılanmasın...
Bu oda...
Az önce tattığım huzurla kalsın hafızamda...
Kızma bana!
Yalnızca canım yandığında çığlığımda yükseliyor adın ama kızma...
Öyle alıştım ki unutmaya çalışmaya...

Avuçlarını "bir parça şefkat" diye kim bilir kaç yağmurda açıp,"dokun ellerime" derken bile utanan, hani o hiçbir dem talepkar olamayan benliğimin kısık sesiyle,
sabahı uzak gecelerde adını andığım Tanrı!
Dokun yüreğime...
Yüreğim bu kızıl kıyamette bir tek sana emanet yine...
Yüreğim... Kızıl kıyamette... Can çekişiyor bak, ellerinde..."
...

Gözleri gülümsüyordu Meleğin... Görseydiniz, bir görseydiniz...
Sanırdınız ki sıcacık güneşi masmavi sarmış deniz... Ya da ne bileyim, gök dediğiniz gözlerine eğilmiş...
O gece, o şehirde öğrendim... Onulmaz dediğim bütün yaraların devası sıcak bir gülümseyiş...

-Bu senin bebeğin mi?
(bebeğim...)
-Bebeğim o senin!

Sevinçle sarıldı boynuma... Küçücük elleri nasıl da sızlattı tüm kemiklerimi...

"Olsun... Acısam da sarıl... Daha sıkı sarıl bana..."

...

"Gece uzun... Bitmek bilmiyor... İçimde bir ses... Ağlıyor..."

Ruhumun bütün yaralarını saran minik kolları çözen ses...
İnilti...
Kulaklarımdan uğultusunu silemediğim o boğuk kıvranış...
Acının bütün şiddetiyle sese dönüştüğü anlardaki hırıltılı (nefes) alış-veriş...
Cılız bedeni ufalanmış, beyaz yemenili kadının Tanrı'yla pazarlığı!
Sonu kaybediş! Değil...

...

Can çekişiyordu...
Çıkıp gitmeye hazırlanan canı, "bir nefes daha" deyip çekiştiriyordu...
Başucuna eğildiğimde ölümün bu şehre ne çok benzediğini düşünüyordum...
Onun nefesi tıpkı şehrin havası gibiydi... Hem yakıcıydı, hem de soğuk...

Gözleri yaşarmış, boşluğa bakıyordu...
Göz göze gelmek istemiyordum... Alnındaki teri sildim ama gözyaşlarına dokunmadım...

-Anne!

-Mehmet...

Seslenişine cevap veren bendim... Sesi boşluğa düşsün, suskunlukla karşılansın istemedim!

-Kardeşini alıp diğer odada uyutur musun?

Kabullenmeyi çok erken öğrenmiş olmalıydı... Sorgusuz, sualsiz teslimiyeti...
Önce bana, sonra ona baktı... Ellerinin titrediğini gördüm... Yemenisini itip saçlarına sürdü...
Sonra öptü...

-Peki...

Mehmet erken büyümüştü. Erken öğrenmişti... Ölümü bile! Ama biliyor musunuz? Onun ağırlığıyla bile dik duruyordu...

"Koş Mehmet" diyordum içimden...
"Çık şu odadan... Arala minik gövdenin sıkışıp kaldığı şu tahta kapıyı, gıcırtısında son kez ağla... Adımların eritsin karla kaplı yolları...
Koş Mehmet... Çık şu kapıdan... Yetiş çocukluğuna... Büyümek için erken... Büyümek için erken..."

Şimdi odada ölümün hırıltılı nefesi bölüyordu sessizliği...
Benzi solmuş, dudakları kurumuş, teni teriyle ıslanmış... Hani demiştim ya vaktinden evvel yaşlanmış kadını uğurluyordum...
Nerden mi biliyordum?
Ölgün yüzleri tanırdım tenlerinin renginden...

Gözleri boşluğa bakıyordu... Belli ki beni görmüyordu...
Dudakları kupkuru...
Su...

Bardağa uzanan elim titriyordu... Güçlükle kavradım... Başını göğsüme yasladım... Nasıl da ağırlaşmıştı bedeni yaşamın bütün yükünü az sonra bırakacak olmanın ağırlıyla!
Evet, ağırdır ölüm sırtınızda taşıdığınız iki can varsa...
Su, dudak kenarlarından akıp süzüldü titreyen çenesine... Ellerimle ıslattım dudaklarını...
Dudakları... Aralıktı!

...

Sol gözünden bir damla düştü...

Ilık bir rüzgâr esti...

Sol yanıma değdi...

İncecik bir el avuçlarımdan kayıp gitti...

Ilık bir rüzgâr esti...

Bitti.

Açık kalan gözlerine baktım... Görmüş müydü beni?
Üzerini örttüm...
Hoşça... Kal...

Işığı söndürüp çıktım...

...

Mehmet küçük kardeşine sarılmış... Küçük kız uykuya sığınmış...
Usulca sokuldum yanlarına... Sarılıp meleğin tatlı uykusuna, ağladım...
Gün ışığı vuracaktı birazdan, bir ölümün üzerine... İki küçük kalbi ağrıtacaktı...
Yapacak hiçbir şeyim yoktu, ağladım... Onları seyrettim, nefeslerini dinledim... Tatlı uykularına baktım, daldım...

"Beyaz yemenili esmer tenli bir kadın... Dudakları gülümseyişe aralanmış... Gözleri parlıyor, gözlerim kamaşıyor...
Konuşmuyor... Elini uzatıp çağırıyor... Gidiyorum...
Mavi sulardan geçiyorum... Yeşil tepelerden... Sanki yıllarca yürüyorum peşinden...
Derken...
Kayboluyor gözlerimden...
-Nerdesin?
Tek başıma devam ediyorum yola... Sonra... Küçük bir sandık buluyorum... İçinde bezden bebek... Elim değer değmez bir gülümseyişle irkiliyorum...
Çok yakında! Bir kaç adım ötemde... Küçük bir kız...
Gözleri mavi... Saçları siyah, ipek gibi... Dişleri inci... Gülümseyişi... Ben gibi...

Beyaz yemenili kadın geliyor, sarıp kucağına alıyor benim bir adım daha yaklaşamadığımı...

"Mehmet" diyor, "oğlum sana emanet"..."Kızım... Melek sana emanet"
Küçük kız gülümsüyor...

"Kızım" diyorum...
"Meleğim sana emanet"...

...

Zaman geçiyor...
Yollar geçiyor ayaklarımın altından, istasyonlar, şehirler...
Biri var ki...
Yüreğim yıllar sonra bile saklıyor izlerini... Şiirini...

"Adı mimli harflerle kalbime kazılı şehir..."

Duy beni...

Duy beni...

Pas Bob

2 yorum:

  1. Yalnızlığımızla çoğalıp,
    Kalabalıklığımızla eksiliyoruz,
    Ve öylesine kalabalık ki, yalnızlığımız
    Ne yana dönsek kendimize çarpıyoruz...

    Cahit Sıtkı Tarancı

    YanıtlaSil
  2. Yıllar sonra kendi yazdıklarımı okumak o duyguları tekrar yaşamak acı verici..

    YanıtlaSil

Yorum yapmak ve siteye üye olmak isteyenler, Gmail hesabı ile siteye üye olabilir, Sitede yorum bölümünde, “yorumlama biçimi” yazan butondan “Google hesabı” yazanı seçerek yorumunuzu yazabilirsiniz.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.